6 Nisan 2007 Cuma

Divan Şiiri Üzerine-1

Divan şiirine sürekli halktan kopuk, saray çevresine hitap ediyor, zümre edebiyatı gibi eleştiri okları yöneltilmiş ve halen de yöneltilmektedir, halbuki eski zamanlardan, kim bilir belki de bad-ı saba ile, gelen bir tozlu mürekkep kokusudur divan şiiri. Ancak o bu oklardan aldığı yaradan divan şairlerinin sevgilinin bakışından aldığı yara kadar memnuniyet duyar. Zaten âşık da sevgilisi ona oklarını yöneltsin istemez mi? İşte divan şiiri de inadına, aynen bu şekilde ilgiyi kendi üzerine toplayan şımarık, sevgiye, ilgiye muhtaç çocuğudur edebiyatın. Belli mi olur, belki de aşığın sevgiliye olan aşkını kıskanmaktadır divan şiiri gizliden gizliye.
Divan şiirinin ana karakterleri âşık ve sevgilidir. Arada sırada bu ana kadroya rakip de dâhil olmaya çalışır. Sevgili de rakibe yüz vermez mi… İşte âşık o zaman kahrolur.
Sevgili bir bakışıyla aşığı mest eder. Kimi beyitlerde nokta gibi, kimilerinde ise açılmamış bir gül(gonca), hatta bazılarında “hiç” olarak tasvir edilen maşukun (aşık olunan) la’l dudaklarında beliren bir tebessüm (hande) aşığı ve ağyarı kendisine kul, köle eder. Eee Şeyh Galip boşuna mı demiştir:

Galib maarifin de safası değer veli
Canan vasfıdur hele aslı tegazzülün.

Yani bu beyte göre, gazel söylemenin amacı bile esasen sevgilinin güzelliğini terennüm etmektir. İşte sevgili böyle güzel, böyle uludur aşığın gözünde. O serv-i revanın gamzesi ayrı güzel, çeşmi, dehanı, lebi ayrı güzeldir. Aşığa her bakışı aşığın bağrında yaralar açacak kadar tesirlidir, müjganı hançer olur aşığın sinesine saplanır. Hilal kaşlarının kıvrımı aşığın kendisine çizdiği yoldur. Sevgilinin beni aşığı yakalayan bir tuzaktır. Aşık sevgilinin çene çukuruna düşüp, orada hapsolmuştur, sevgiliden bu yüzden vazgeçemez.

İçimdeki Kelebekler


Sana yazılmamış satırlar, anılmamış hatıralar bırakmak isterdim miras olarak. Oysa bakıyorum da içimde çırpınan kelebekler dışında bir can bile yok. Onlara rağmen uçamıyorum bile...
Küçükken merdivenlerden seke seke inerken her yukarı sıçrayışımda uçtuğumu hayal ederdim ve uçardım da! İnanırdım: “işte yine uçuyorum” derdim. Yalnızken kollarımı kanat misali çırptığım bile olurdu. Birileri yanımdaysa yapamazdım. Zamane çocuğuydum ne de olsa, diğer zamane çokcukları gibi alışmıştım kontrollü olmaya. Bir de o zaman vardı işte içimde şimdi çırpınan yolunu kaybetmiş kelebekler. Büyüyünce benden sıkılıp içimden çıkıp giden o küçük kelebekler yine gelmişlerdi ziyarete. Göremiyorum evet ama kanatlarının ipeksiliğinden hissediyorum: rengârenkler. Bu şey gibi… Hani kokladığınız bir şeyin tadını da alırsınız ya sanki işte onun gibi. Kelebekler siyah üzerine eflatun ve beyaz benekli. Küçükken ip baskısı yapardık ya sayfaları kapayıp, şimdi neden yapmıyorsak, işte onu andırıyor. İp baskı desenli şeffaf kelebeklerim onlar benim. Onlar çocukluğum benim.

Ölünün Gözyaşları

Bir ölünün gözyaşlarını ölüme ağlayanlar değil,
Ölümü anlayanlar bilir.
Gözyaşları kırmızıysa hala ve ıslaksa daha
Yaşıyor demektir ölü sandığın.
Ölünün atmayan kalbine koy elini
Hisset ölümü.
Ama kırmızıysa ölümün yüzü
Ölen geçmiştir,
Kalbini avuçlarına aldığın değil.


Ayağın sevdalara takıldı, düştün kalkamadın.
Önce yara, sonra yaradan haz aldın.
Ağlamaz ya hani erkekler, sen de ağlamadın.
Halbuki sen de benim gibi biliyordun:
Gerçek gözyaşı yanaklardan akmayandı.

16 Mart 2007 Cuma

Gelgit

Ben bir dalga boyu yaşamışım
gelgitlerde.
Ama giden hep benden olmuş,
Gelenler benden alıp
Beni yormuş.

Önce bir boy vermişim hayatta:
Geçiyormuş boyumu yaşamak;
Zaten anlayınca da koyvermişim.

Nefesimi tutmuşum elimde kronometre.
Dalıp dalıp durmuşum hayata.
Her dalışımda birkaç saniye atmış kronometre,
Ama zaten derin dediğin kaç metre?

Lodosta bir dalga boyu yaşamışım,
Kıyıya vurup vurup kendimi harcamışım.

Su yeşili lodoslu denizde ufuk çizgisi oluşum.
Bir dalga görmeyiveriyim,
İşte o zaman kendimi kapıp koymuşum.

Ben bir dalga boyu yaşamışım
gelgitlerde,
Ama giden hep ben olmuşum.

11 Mart 2007 Pazar

Hüzün

Hüzün dedin bana: adın dedim…
Adım? Diye sordun boş gözlerle.
Gülümsedim…
Israr ettin sen yine, adım diye yineledin.
Adın dedim: bir çiçeğin taç yaprağı,
Yağmurda etrafa yayılan taze toprak kokusu,
Narkissos’un, anca yok olunca canlanan, sudaki aksi,
Baktın güya gözlerimin içine,
O an anladım baktığın yerin ruhumun aks-i sedası değil,
Boşluğun ta kendisi olduğunu.
İşin garibi “anladım” dedin.
Bu seferde ben sensiz uzaklara daldım.
Sözde sana, aslında kalbime, “tamam” dedim.

Kül Rengi

Bir kenarı yanmış sarı bir sayfa gibiyim.
Üflesen küllerimi uçarım
Doğamam küllerimden yeniden
Ben sadece bir yaprağım her ilkbaharda hevesle yeşerip
Her sonbaharda hayata yenilen.
Sarıyım ben.
Ama sadece yaprak olduğum için değil,
Hüzün olduğum için sarıyım:
Hasret sarısı, yaprak sarısı.
Arada bir de griyim,
Aradayım yani: yalnızım.
Ne siyah olmayı becerebildim,
Ne de beyaz.
Kül rengiyim anlayacağın.

İsimsiz

Ayağın sevdalara takıldı, düştün kalkamadın.
Önce yara, sonra yaradan haz aldın.
Ağlamaz ya hani erkekler, sen de ağlamadın.
Halbuki sen de benim gibi biliyordun:
Gerçek gözyaşı yanaklardan akmayandı.